Kur'an-ı Kerim Meali
SÛRELER

22. Allah’a ve âhiret gününe îmân eden bir topluluğun, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabâları bile olsalar, Allah’a ve Resûlüne karşı gelen kimselerle dostluk ettiklerini (göremez, onları o hâlde) bulamazsın!(1) İşte onlar ki, (Allah) kalblerine îmânı yazmış ve tarafından bir ruh (ilâhî bir yardım) ile onları kuvvetlendirmiştir. Ve onları, içlerinde ebediyen kalıcı oldukları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır. Allah onlardan râzı olmuştur ve (onlar da) O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafdarlarıdır! Dikkat edin! Şübhesiz ki Allah’ın tarafdarları, gerçekten kurtuluşa erenlerdir!

HAŞİR Sûresi


1. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ı tesbîh etmektedir.(2) O, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.

2. O (Rabbiniz), kitab ehlinden (yahudilerden) inkâr edenleri(n bir kısmını) ilk haşir’de (bu ilk sürgünlerinde) yurtlarından çıkarandır. (Siz o yahudilerin oradan kolayca) çıkacaklarını sanmamıştınız; ve (onlar da) sanmışlardı ki gerçekten kendilerini Allah’dan (koruyacak olan) engelleri, kaleleridir. Fakat Allah(’ın azâbı) onlara hesâb etmedikleri yerden geliverdi ve kalblerine korku saldı; (öyle ki) evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin elleriyle harâb ediyorlardı. Artık ey basîret sâhibleri! İbret alın!

3. Eğer Allah, onların üzerine (cezâ olarak) sürgünü yazmamış olsaydı dahi, mutlakā onlara dünyada azâb ederdi. Âhirette ise onlar için Cehennem azâbı vardır.


1- “Kâfirlerin, Müslümanlara ve ehl-i îmâna ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları küfrün iktizâsındandır (gereğindendir). Çünki küfür, îmâna zıddır. Maahâzâ (bununla berâber) Kur’ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdadlarını (baba ve dedelerini) i‘dâm-ı ebedî (sonsuz Cehennem azâbı) ile mahkûm etmiştir. Binâenaleyh Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri (dostluk ve sevgileri) mümkün olmayan kâfirlere muhabbet, boşa gider. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez.” (Mesnevî-i Nûriye, Habâb, 75)

2- “Bir adam: سَبَّحَ لِلّٰهِ ماَفِي السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ [Göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ı tesbîh etmektedir] (meâlindeki) âyetini okudu. Dedi ki: ‘Bu âyetin hârika telakkî edilen (kabûl edilen) belâğatını (ifâdesinin hârikulâde güzelliğini) göremiyorum.’ Ona denildi: ‘Sen dahi bu seyyah (yolcu) gibi o zamâna git, orada dinle!’ O da kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül etti (hayâl etti) gördü ki: Mevcûdât-ı âlem (âlemdeki varlıklar) perîşan, karanlıklı, câmid (donuk), şuûrsuz, vazîfesiz olarak hâlî (boş), hadsiz, hududsuz bir fezâda; kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’ân’ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü. (...) Bu kâinât bir câmi‘-i kebîr (büyük bir câmi‘) hükmünde, başta semâvât ve arz (gökler ve yer) olarak umum mahlûkātı hayatdârâne (canlı olarak) zikir ve tesbihte ve vazîfe başında cûş u hurûşla (coşkuyla) mes‘ûdâne (mutlu) ve memnûnâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşâhede etti (gördü) ve bu âyetin derece-i belâğâtını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla Kur’ân’ın zemzeme-i belâgatı (belâgatındaki tatlılığı) arzın nısfını (yarısını) ve nev‘-i beşerin humsunu (beşte birisini) istîlâ ederek, haşmet-i saltanatı (saltanatının büyüklüğü) kemâl-iihtiramla (tam bir hürmetle) on dört asır bilâ-fâsıla (aralıksız) idâme ettiğinin (devâm ettirdiğinin) binlerle hikmetlerinden bir hikmetini anladı.” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 125-126)